* iletişim..>>

 

* neden ORHAN VELİ?>>

* neden ŞİİR EVİ?>>

* etkinlikler>>

* ulaşım>>

* ORHAN VELİ sergisi>> * şiir yaprağı sonuçları>>

* düzenSİZ YAPRAK>>

* bağlantılar..>>

KANIK'sadığım biri

ORHAN VELİ

Yazan: M. Şeref Özsoy

JUST FOR THE HELL OF IT

111 Poems by ORHAN VELİ

Translated by

Talat Sait Halman

ORHAN VELİ KANIK

Fremdarting

übersetzt von

Yüksel Pazarkaya

ORHAN VELİ'nin

çevirdiği şiirler

Haz: TUNÇER BAYKAŞ

1. BÖLÜM: KANIK'sadığım biri

1 - ON SÖZ

2 - KANIK'sadığım biri

3 - İlk Çağ Ozanı

4 - Bir Komik Adam

5 - Patates'in Orhan Veli'si

6 - Her Bahar Biraz Daha Aşık

7 - Nahit Hanım

8 - Eski İstanbul Kişisi

9 - Orhan Amca'mız

10 - Garip'in Saraybosna

                           Temsilcisi

11 - İstanbul'u Katlanılır

                         Kılan Şair

12 - Orhan Veli'nin Katili

13 - Sun ay'A kın

14 - Edebiyatı Kendine

                Dert Edinen Adam

15 - Orhan Veli'nin

                   Peşindeki Polis

16 - Tarihin

       Beğenerek Andığı İnsan

17 - Üç Beş Sekiz Yetmez

18 - Şairlerin Düellosu

19 - Salah Birsel'in Garip Yanı

20 - Kapımıza Dayanan

                              Kamyon

21 - Küçücük Hatalar

22 - Nasıl Ölmek İstersiniz

23 - Aaaa! Deniz

24 - Şey

25 - Tartuffe

26 - Şimdiki Gençler Dayaklık

27 - Burunsuz Galip ile

                     Montör Sabri

28 - Önemli Olan Boyu Değil

29 - Bir İş Var Bu Kazalarda

30 - Dergi Kapattıran Şiir

31 - Sarı Kedi Mırnav Pist

32 - Bir Şair Bir Çocuk

33 - Şair Şah Çekerse

34 - Devrimin Şiirsel Tanımı

35 - Şarkılardan Fal Tutalım

                   Şiirlerle Şairlere

36 - Veli'mizin Hatırına

37 - Şairlerin Vasiyetleri

38 - Diz Çökerten

                     Acaip Mısralar

39 - Vatan Hainiyim

            Vatan Hainisin

                      Vatan Haini

40 - D'li Reşid Halid

41 - Orhan Veli Yürüyüşleri

42 - Bestelenmiş Orhan Veli

                               Şiirleri

43 - Heykel

44 - Kimin Yolu?

45 - Büyülü Bölgenin Tabelası

46 - Yaş Otuz Altı Yolun Sonu

2. BÖLÜM: YAPRAK DÖKÜMÜ

47 - Yaprak Dökümü

48 - düzenSİZ YAPRAK

49 - Zavallı Mehmet Selim

3. BÖLÜM: GAYYA KUYUSU

50 - Gayya Kuyusu

SON SÖZ

51 - Orhan Veli'den

            Beklediğim Mektup

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

GAYYA KUYUSU

"Orhan için son bir Yaprak sayısı çıkaralım diyorum, ne dersin? Herhalde bir yazı gönder. Şu veya bu şekilde bir şey bastıracağız. Bir de Orhan'ın bütün yazdıklarını birkaç cilt halinde bastıralım diyorum. Bu hususlarda düşündüklerini yaz. Keder işten başka şeyle unutulmaz. Sonuna kadar bu gayya kuyusuna bir şeyler atacağız."

Sabahattin Eyuboğlu'nun Mahmut Dikerdem'e ölüm haberini verdiği mektubun devamında gayya kuyusuna atılan ilk taşları görmek mümkün.

"gazeteler patronlarına rağmen, Orhan'ı nasıl hep bir ağızdan tuttular ve gazetelerden bu teşviki görür görmez herkes nasıl sempatisini açığa vuruverdi! Ve kötüler nasıl (bir an için olsun) dezarme oldu. Bunlar insanın ümidini yaşatıyor, yoksa... Bugünlerde çok zor ümit etmek."

Gayya Kuyusu'na atılanların bir kısmını okudunuz şimdiye kadar, bir kısmını ise ben de bulamadım ama, bu kitaba girmeyi hak ettiği halde, yazıların paragrafları arasında kendilerine yer açamayanlar ne olacak? Kehanetim gerçekleşmez de Orhan Veli'nin 100. doğum gününü görürsem, o güne de bir kitap hazırlarım ve tüm haksızlık yaptıklarımdan orada özür dilerim ama, şimdilik, kısa kısa bu Gayya Kuyusu'nda bulduklarımı sunayım sizlere:

ABİDİN DİNO (01.12.1981 - Milliyet Sanat)

Kayseri dönüşü Ankara'da uzun süre yatalak kalmam, Orhan'la ikide birde görüşmeme engel olmuyordu.

Yapı halinde bulunan yeni Meclis karşısında, caddenin karşı yakasında, iyice çukurda, bir yönü sokağa, bir yönü küçük dereye ve bayıra bakan Mecdi Bey Apartmanının bodrum katında oturuyorduk. Evden öte bozkır başlıyordu. Bizi görmeye gelen dostlar apartmanın kaygan basamaklarını inip, kapımızın zilini çalıyorlardı sık sık. Orhan Veli ise pencereden inmeyi yeğliyordu... Neden olmasın, her yiğidin bir yoğurt yiyişi yok mu? Orhan arka bayırı koşarak iner, yarış atı gibi dere hendeğini atlar, pencere kapalıysa upuzun parmağını tık tık cama vurarak Karagöz seslenişiyle geldiğini haber verirdi. Cam açılınca, upuzun leylek bacağını kolaylıkla içeri sarkıtıp, kendini odada bulurdu. Bu kendine özgü eve giriş yöntemi, Orhan'ın terbiyeden yana kusurlu olabileceğini düşündürmesin size. Orhan kadar terbiyeli kişi pek az gelmiştir yeryüzüne. Tam zamanında gelmesini, tam zamanında gitmesini bilirdi, tüy gibi hafif.

ORHAN VELİ GÜNÜ (26 Kasım 1965 - YÖN)

Orhan Veli'nin ölüm yıldönümünde Ankara'da Sanat Sevenler Kulübünde bir anma toplantısı düzenlendi. Toplantı öylesineydi ki, Orhan Veli sağ olup toplantıda bulunsa, daha işin başında sıkılır, çıkar giderdi. Orhan Veli'yle zaten pek anlaşamadığını ima yoluyla söyleyen Munis Faik Ozansoy, boş meydanlarda kolunu sallayarak dolaştıktan sonra -sanki mecburmuş gibi- konuşmasını yaptı. "Bizim zaten öyle sıkı fıkılığımız yoktu" mazeretini de tazelikten sonra, Orhan Veli'yi övdü, yerine oturdu. Munis Faik Ozansoy konuşurken, Nurullah Ataç'ın Türk Dili'nde Ozansoy için yazdıklarını anımsayanlar, gülümsemekten kendilerini alamadılar.

M. Surullah Arısoy ve Devlet Tiyatrosu sanatçıları Orhan Veli'nin şiirlerinden okudular.

Anma toplantısının ilgi çekici konuşmalarını Can Yücel ile ressam Fahir Aksoy yaptılar. Her ikisi de, Orhan Veli ile geçen günleri ve kısa çizgilerle anılarını anlattılar. Can Yücel, Orhan Veli'nin uzun <<İstanbul>> şiirini okudu, anıları anlattı. Sonra Nazım Hikmet'in Orhan Veli'den söz eden Türkiye'de yayımlanmamış bir şiirini okudu. Nazım Hikmet'in Mayıs 1958'de yazdığı şiirini aynen yayımlıyoruz:

SLAVYA KAHVESİNDE ŞAİR DOSTUM TAVFER'LE YARENLİK

Slavya kahvesinde oturan dostum Tavfer'le,

Vıltava suyuna karşı oturup,

tatlı tatlı yarenliği severim

hele sabahları hele baharda.

Hele sabahları hele baharda

Konuşurken dalar dalar gideriz

Bir yitirir bir buluruz birbirimizi.

Hele sabahları hele baharda.

Prag şehri yaldızlı bir dumandır

Ve kızıl, kocaman bir elma gibi.

Nezval geçer taze çıkmış kabrinden

param parça yüreği de elinde

ve Orhan Veli'yle karşılaşırlar

Urumeli Hisarından gelir o

ve telli kavağa benzer Orhanım

Yüreciği delik deşik onun da.

Biz de aynı loncadanız biliriz Tavfer

zanaatların en kanlısı şairlik

sırların sırrını öğrenmek için

yüreğini yiyeceksin, yedireceksin.

Pırağ şehri yaldızlı bir dumandır

Vıltava suyunun köpüklerine

martı kuşlarıyla gelir İstanbul...

Lejyonerler köprüsüne gidelim Tavfer

martı kuşlarına ekmek verelim.


MELİH CEVDET ANDAY ( 15 Ekim 1981 - Milliyet Sanat)

Unutamayacağım anılarımdan biri, ünlü Fransız ozanı Philippe Soupault'yu Yaprak yönetim evimizde ağırlamamızdır. Gerçekte böyle bir ev yoktu. Orhan Veli, o zaman, bir apartmanın bahçesindeki tek odalı bir evde oturuyordu. Odanın duvarları çatlak çatlaktı. Döşeme dayama bakımından yoksuldu. Tuvaleti yoktu diyebilirim. Bu yüzden biz, ünlü Fransız ozanını bir lokantaya davet etmek istedik. Ama o razı olmamış buna, ille de Yaprakçıların yönetim evine geleceğim diye tutturmuş. Odaya iki gün içinde badana vurduk, çatlakları elimizdeki Yaprak dergileriyle kapattık, evlerimizden koltuklar, masa, kilimler, içki-yemek takımları getirdik. Hiç unutamam, şiir okuma sırası kendine geldiğinde, Orhan Veli, Soupault'dan yaptığı "Şakir efendi öldü / dün / gece Çerkeş'te / Çerkeş'te öldü gitti" çevirisini okudu. Biz gülüşmeye başlayınca, adam ne oluyor gibilerden bakındı. Anlattık. Bir daha dinledi. "Tamam" dedi, "benim şiirim bu." Sonra ülkemizden ayrılırken, "şiiri Türkiye'de buldum" diye demeç verdi gazetelere.

MELİH CEVDET ANDAY (Orhan Veli İçin - Cumhuriyet Gazetesi, 17 Kasım 1995)

Orhan Veli Kanık öleli tam kırk beş yıl olmuş. Nasıl olur! inanasım gelmiyor. Demek beş yıl sonra onun için "Geçen yüzyılda yaşadı" diyecekler. Oysa benim için "geçen yüzyıl" on dokuzuncu yüzyıldır, hep öyle kalacak. Ben yirmi birinci yüzyıla girmek istemem.

Orhan Veli, rakısına çok değer verirdi. Nazım Hikmet için açlık grevine girdiğimiz günlerde, avare avare dolaşırken bana demişti ki, "Rakı yok, meze yok, dolaş babam dolaş!"

Bir gün de Oktay Rifat, çok içtiği için Orhan Veli'yi uyaracak olmuş, "Böyle içersen, sonra kadınla yatamazsın" demiş; Orhan da elindeki kadehi göstererek, "Ya bu daha güzelse?" diye yanıtlamış onu.

Orhan Veli bir şiirinde "Ölünce biz de iyi adam oluruz" demişti, (ağlamak geliyor içimden), iyi adamdı oysa. Anlamıyor değilim, ölüleri, iyi olsun kötü olsun, hayırla anma geleneğini şakaya almaktı niyeti böyle söylerken. Ama şundan içim rahat ki, yaşarken sevildi, hayranlık gördü, övüldü. Ama oralı olmadı, hiç övünmeğe girmedi.

Orhan Veli çok duyguluydu, ama duygusal görünmekten hoşlanmazdı. Bütün arkadaşlığımız süresince ondan aldığım başlıca izlenim budur: kendini ele vermek ve işi şakaya vurmak. Bütün zengin ruhlar böyledir; şaka, bu zenginlikten övünmemenin başlıca umarlarından biridir.

Bu söylediklerimi, onun şiiri de kanıtlıyor bize. Demek istiyorum ki, Orhan Veli'nin şiirine bu açıdan bakmak bize aydınlık getirecektir. Büyük Fransız şairi Paul Valery, hiçbir şiirinde kendini vermediğini, yalnız 'Deniz Mezarlığı'nda kendini biraz kaçırdığını söylemişti. Orhan Veli ise, kendini biraz kaçırdığı şiirlerinde bile işi alaya vurur. Orhan Veli, şiirlerinin arkasına gizlenir.

Orhan Veli'nin çoğu şiirinde kendi konuşmayıp başkalarını konuşturması bunun göstergesidir.

Gerçekten de, bu büyük şairimiz, çeşitli halk kesimlerinden seçtiği kişileri, kendi ağızları, kendi deyimleri ve kendi deyişleriyle konuşturur şiirlerinde; ya da kendisi onların ağızlarından konuşur.

Şu şiirine bakalım:

Alnımdaki bıçak yarası senin yüzünden

Tabakam senin yadigarın

İki elin kanda olsa gel diyor telgrafın

Seni nasıl unuturum ben vesikalı yarim.

Orhan Veli'nin alnında bıçak yarası yoktu, tabakası da, vesikalı yari de.

Onun,

Bir elinde cımbız,

Bir elinde ayna

Umurunda mı dünya!

dizeleri ise bir mahalle kızının ruh durumunu yansıtır; şurası önemli ki, o kızı küçümsemeden, dahası bize sevdirerek.

Nereye gelmek istiyorum, Orhan Veli dramatik bir şairdir.

Şimdi okurlarım beni bağışlasınlar, 'dramatik' sözcüğü ile ne demek istediğimi anlatmaya girişeyim.

Şiirin üç türü vardır: Epik şiir, dramatik şiir, lirik şiir.

Bunlardan ilki için en büyük örnek Homeros'tur. Homeros, şiirlerinde hem kendi konuşur hem de kahramanlarını konuşturur. O iki destan da böyle yazılmıştır.

Dramatik şiir ise, şairin konuşmadığı, sadece kişilerini konuşturduğu şiir türüdür. Tiyatro bu demektir. Büyük şair Sofokles'i buna örnek verelim.

Lirik şiir ise, şairin kendi konuştuğu, duygularını, düşlerini anlattığı şiirdir. Bunun antik çağdaki temsilcisi Safo'dur. Orhan Veli, bu üç türden daha çok ikinci türde değerlendirilecek bir şairdir.

Öyle ki, lirik olduğunu sandığımız (gerçekte öyle olduğu) şiirlerinde bile yalan söylemekten hoşlanır.

'Ben böyle mi olacaktım' adlı şiirini, aşık olduğu günlerde yazmıştı. Ama o şiirindeki

Çok sevdiğim salatayı bile

aramaz mı olacaktım

dizeleri düpedüz yalandır. Çünkü Orhan Veli salatayı sevmezdi, yemezdi.

Görüyor musunuz, burada kendini saklıyor.

Orhan Veli, bizim şiirimizin eşi bulunmaz dramatik şairidir.

Onu Homeros'la değil, Safo ile değil, Sofokles'le ölçelim.

Orhan Veli klasik bir şairdir.

MEHMED KEMAL (Acılı Kuşak - Toplum Yayınları, 1967 / DE Yayınevi, 1985)

(Sayfa: 33-34-35)

Ne kadar oturduk, bilmiyorum, Orhan:

-Kalkın Kumkapı'ya gidelim... dedi.

Sabahattin, Orhan, ben kalktık. Önce bir dolmuşla Bayazıt'a çıktık. Oradan yürüdük. Orhan:

-İstanbul'a bayılıyorum, dedi. Neresinden baksan önüne deniz çıkıyor. Denizi yitirir gibi olduğun anda buluyorsun. Ya bir sur yıkıntısından, ya bir duvar oyuğundan, ya bir pencereden önüne deniz çıkıyor. Ankara'da bu var mı?

Gerçekten de, yokuşu inerken, şu duvar köşesinden, şu yıkıntı aralığından, yitirdiğimiz denizi yeniden görüyorduk. Git gide denize yaklaşıyorduk. Artık önümüzde deniz tabak gibiydi. Bir kıyı meyhanesinde oturduk.

Bir dönem ağır polis baskısı altında kalan bu iki sanatçı, denizi, İstanbul'u, balığı, balıkçı meyhanelerini sevseler bile Ankara'yı unutamamışlardı. Hele Sabahattin'in eşi ve kızı Ankara'daydılar. Bana politik gidiş üzerine sorular sormağa başladılar. Ne de olsa ben gazeteciydim, işin içinde sayılırdım, girdisi çıktısı hakkında bildiklerim olurdu. Yazamazdım. Sabahattin boyuna İsmet Paşa'nın ve CHP'nin demokrasiyi kurmada samimi olup olmadığını öğrenmek istiyordu. Anlattım. Orhan aklımda kaldığı kadarı, aşağı yukarı şöyle konuştu:

-Bizim düşündüklerimiz ve yaptıklarımız şu gördüğün deniz gibidir. Denizi nasıl evlerle, surlarla görünmez ediyorlarsa, nasıl evler surlar zamanla yıkılıyor, deniz görünüyorsa, bizim yaptıklarımızı da istedikleri kadar bizi sıkıştırsınlar, örtemeyeceklerdir. Yaptıklarımız, kapamak isteyenler yıkıldıktan sonra deniz gibi ortaya çıkacaktır. Ancak biz yaptıklarımızı iyi yapalım, ortaya çıktığı zaman gelecek kuşaklar eziyete değmiş desinler. İyi yaptıksa, bize eziyet edenler unutulacak, yaptıklarımız, deniz gibi, denizin mavisi gibi sevilecektir.

Karşıda deniz masmaviydi.

Lisede Adnan'ı tanıyorum da, Orhan'ı tanımıyorum. Bizden çok büyük sınıfta okuduğu için, fazla iz kalmamış hatırımda. Melih'le Oktay öyle değil. İkisinin de hatırımda kalan izleri var. Melih tiyatroyla uğraşırdı. Oktay Atatürk'ün önünde başarılı bir tarih sınavı vermişti. Orhan'ı ilk Monna Vanna piyesini okul adına oynarken gördüm. Ercüment Behzat ona önemli bir rol vermişti, ama neydi şimdi bilmem. Başarılı oynadığını söylüyorlardı. Bir şairin başarılı aktörlüğünü kavrayamamıştım, çocukluk. Bir adam ya şair olurdu, ya aktör, benim o zamanki anlayışıma göre... Şairlik çok büyüktü gözümde. Başka işle paylaşamazdım. Şimdi öyle değil tabii...

Şiirlerim yayınlanmaya başladığı zaman, Orhan'la eşit konuştum. Bu eşitliği Orhan koydu. Ben koyamazdım. Ne yalan söyliyeyim Orhan'ın ilk denemelerini ben anlayamadım. Nurullah Ataç övmeye başladığı zaman da anlamadım. Nazım bizim gözümüzde sevgiliydi. Sevgiliydi ama, etkisinde kalmaktan da korkuyorduk. Orhan'ın bir çığır açtığının çok sonraları farkına vardım. "Ağaca bir taş attım - Düşmedi taşım - Taşımı isterim - Taşımı isterim" şiirini ciddiye alamıyordum. Şiir benim için bir eylemdi. Tek başına bir uğraş değildi o yaşlarda. Orhan da bu anlayışımı bildiğinden olacak üstüme varmazdı. Hatta ciddi bir tartışmaya bile girmek istemezdi. Çocukluğuma mı verirdi, yoksa teşvik mi ederdi, hala kestiremiyorum. Bugünse Orhan'ın yeri edebiyatımızda bellidir. Benim düşüncemde bir değişiklik olmamıştır. Hala aynı kanıdayım. Onun içindir ki, işi fıkracılığa döktüm. Başka eylemlerim ağır bastı. Bugün Orhan olsa ne derdi, bilmem.

Anlayışımızın farklı oluşu dostluğumuza engel olmadı.

Bir gün Orhan, Sait Faik'in bir piyesinden söz etmişti. Sait mi okumuştu ona, anlatmış mıydı? Geçmiş gün unuttum. Pencere kenarında, Kürt Mehmet'te oturmuş konuşuyorduk. Yağmur yağıyordu. Orhan Tecüme Bürosundan, ben gazeteden ayrılmıştım. İkimiz de yarı yarıya işsiz sayılırdık. Orhan, Doğan Kardeş yayınlarına sattığı Nasrettin Hoca'nın telif ücretini bekliyordu. Ben de bir gazeteden alacağım parayı. Sabahleyin uğramış, idare müdüründen: "yarın gel..." yanıtını almıştım. Ben: "Ah bir yarın olsa..." diyordum. Orhan: "Ah postacı havaleleri bir dağıtmaya başlasa..." diyordu. Durup dururken, birden:

-Sait'in bir piyesi var, bilir misin? dedi.

-Bilmiyorum, Sait piyes yazmış mı?

-Yazmış...

Aklım, fikrim parada:

-İyi

İlgilenmediğimi görünce anlatmaya başladı:

-Sait'in piyesinde hareket var, laf yok. Bir kelimelik konuşmayla da bitiyor. Böyle yağmurlu bir günde kalabalık bir caddede insanlar koşuşuyor. Beyoğlu olacak... Taksiler, hususiler, bağıran, çağıran, kadınlar, kızlar... deme gitsin... büyük kalabalık... İşte bu kalabalık arasından bir adam çıkıyor. Omuzunda bir tek yorganı... Ondan başka göze batar bir şeyi yok. Vitrinlere baka baka, sahnenin önüne doğru geliyor, sırtındaki yorganı indirip seyircilere doğru uzatıyor, hüzünlü bir sesle: "Satıyorum..." diyor. Piyes de bitiyor.

...

(Sayfa: 302)

Orhan Veli'nin şiirinde Baudelaire etkisi yoktur ama epeyce şiirini çevirmiştir. Bilenler, çeviri şiirler arasında en iyisi olduğunu söylerler.

BAKİ SÜHA EDİBOĞLU (Bizim Kuşak ve Diğerleri - Varlık Yayınları, 1968)

Dikkat etmişimdir, İstanbul'da olsun, Ankara'da olsun, Orhan yazılarının pek çoğunu sabahları yazardı. Birçok şair ve yazarlarda olduğu gibi, yer seçmek, masa seçmek, gürültüden kaçmak gibi adetleri yoktu. Her yerde rahatlıkla çalışabilirdi. Yaprak dergisinin makalelerini, hatta mizanpajını Ankara'da Kutlu pastahanesinde hazırlardı.

ÖMER FARUK TOPRAK (Duman ve Alev - May Yayınları, 1968)

Küçücük meyhane dolmuştu adeta. Cıgara dumanı bulutu içindeydik. Oturacak yer iki - üç kişilik olduğundan, çoğunluk ayakta yarenlik ediyorduk. Lambo'ya geldiğimizden beri şiirden, edebiyattan konuşmamıştık. Orhan Veli, bilmiyorum kaçıncı kadehten sonra, damdan düşer gibi:

"Ömer Faruk, sen benim Kızılcık şiirimi beğenmedin mi?" diye sordu.

Artık bu saatte, rakı şişesinde balık gibi idi ama, sarhoşluk bilinçsizliği yoktu üzerinde. Bir süre önce Ant dergisinde Suut Kemal Yetkin'in bir deneme yazısındaki yanılgılarını eleştirirken, Orhan Veli'nin Kızılcık şiirini tekerleme niteliğinde bulduğumu yazmıştım. Buna alınmış olacak. Kısa bir açıklama yaptım:

"Ozanın dünyaya bakış tarzında farklı bir görüş getirdin ama, şiirimizi formalist bir sınır içinde, halk diline yatkın, espri şiirine, bohem şiirine doğru götürüyorsun. Ben halk dilinin içtenliğini ekmek gibi göğsümde tutarım ama, batı kopyası formalist şiire karşıyım" dedim.

Gülümseyerek beni dinliyordu. Kadehinden bir yudum daha aldı. Yüzünden sarı bir düşünce bulutu geçti:

"Benim şiirim de toplumcu, benim şiirim de oraya varacak" dedi.

Orhan Veli'nin cigarasını yakarken, kibrit alevinde çekilmiş bir fotoğrafı vardır. Şimdi o resme tekrar bakıyorum. Onu Lambo'da bir akşam karanlığında görür gibi oluyorum ve:

"Yaşasaydı" diyorum.

SAİT FAİK (15.11.1953 - Vatan - Sanat Yaprağı)

Uzun zaman Beyoğlu'nda bir sivrice, bir kamburca adam görsem içim yandı. O'dur sandım. Saniyenin binde biri bir zaman içinde, odur sandım. Uzun zaman, sık sık bu, sürdü gitti. Yeni yeni, onun karşıma çıkmıyacağını, geri gelmiyeceğini anlıyabildim.

Biz çok mu iyi arkadaştık? Değil. Benden daha çok sevdiği, düşüp kalktığı arkadaşları çoktu. Biz birbirimizi hele ben içkiyi bıraktıktan sonra aramazdık da... Arasıra kavga değil ya, atışırdık da. Ne hale geleceği hiç belli olmıyan bir dostluğumuz vardı.

Ama ben onu görünce sevinirdim. Sonunda masa ve kadeh başında bitecek bir tatlı gün başlardı. Paranın olup olmamasının önemi yoktu, bulup buluşturacaktık.

İlkbaharda birdenbire Adanın tenha bir yolunda karşıma çıkardı. "Gel yahu bize gidelim" derdim, gelmezdi. Adanın içinde kaybolurdu. Nereye giderdi hiç bilmedim. Belki de yapayalnız, belki de birisiyle beraberdi. Onu da bilemedim. Esrarlı bir hal takınırdı. Yalnız başına, cebinde şişesi, bir ağaç altına yerleşip şiir mi yazardı? Bilmiyorum.

Onun bir kitap satışına şahit oldum. Küçük dilimi yuttum. Beş parasızdı. Parasız olup da pis pis düşünmeyen kim vardır? Öyle günlerden birindeydi. Kitabı satın alacak adamın karşısında koltuğa cebinde on lira varmış gibi kurulmuştu. Galiba ayak ayak üstüne de atmıştı. Sigarası da ince parmaklarında idi. Daha pazarlığa girişilmemişti. Kitabın boyu, harflerin seçilmesi mevzuunda konuşuluyordu. Benim orada bulunmamdan hafifçe canı sıkıldığını seziyor, inadına oturuyordum. Sebepsiz, başka şeylerden söz açtı. Kalktım. Sigarasını söndürdü. Kapıdan tarafa oturduğum için sırtı benim gitmemi bekliyor gibiydi. Patronun odasından yarım saat sonra çıktı. Çekişe çekişe pazarlık etmişe benzerdi. Yüzü kızarmıştı. Merdivenlerde bekliyorduk. "Tamam mı?" "Tamam" dedi.

Hiç ummadığım bir para koparmıştı. Ama öyle sanıyorum ki patron da ona hayran oluğu için bu parayı vermişti.

TALAT SAİT HALMAN (Langston Hughes Hayatı ve Sanatı - Yeditepe Yayınları 1971)

Langston Hughes'un Amerikan şiiri içindeki yeri, birçok bakımdan, Türkiye'de Orhan Veli - Melih Cevdet - Oktay Rifat kuşağını andırır. Memleketimizde tanınıp sevilmeye başlaması da o kuşağın en popüler olduğu ve edebiyatımıza yepyeni bir tat getirdiği yıllara rastlar. Hughes, tıpkı Orhan Veli gibi, "sokaktaki adam"ın gündelik duygu ve kaygılarını çoğu zaman güleç ve kolay anlaşılır bir üslupla seslendirmiştir. Orhan Veli'nin Süleyman Efendisi, Hughes'un Simple (Safdil) tipidir. Kanık nasıl İstanbul'un konuşma renk ve ritimlerini şiire mal ettiyse Hughes da New York'un zenci mahallesi olan Harlem'in sokak lehçesini alıp Amerikan şiirine kazandırmıştır.

Birinci Yeniler gibi serbest nazım, basit şekil ve sade dil ilkelerini benimseyen Hughes, yine tıpkı onlar gibi, nesnel görüşle yazdıklarında bile düşünceden çok duyguya yer vermiş, romantik ve hatta santimantal duyarlığa bağlı kalmıştır.

SABAHATTİN EYUBOĞLU (Orhan Veli Boğaziçi'nde - Küçük Dergi, Kasım 1952)

Orhan Veli avucunun içindekini bilmez, ama Boğaz'ın içini dışını karış karış, yosun yosun bilirdi. Çocukken bir çifte kürek, bir arkadaş ve bir kaç simitle Beykoz'dan Yeşilköy'e günü birlik gider gelirmiş. Üst tarafını Boğaz'ı bilenler kestirir. Kıçtan yaprak motoruyla gün ışırken yola çıktık mı Orhan Veli rüzgarın çıkmışını çıkacağını, akıntının artmışını artacağını, anaforu kestirmeyi, martıların, ırıpların hangi balık üstüne çalıştıklarını şakacıktan ama hamsi boyu yanılmadan söylerdi. Poyraz'ın ve Lodos'un nerelerde ne suret göstereceğini, hiçbir körfezin adını aramadan, her iskele adına bir ince lezzet katarak anlatırdı. "Veli bey atıyor" derdik; o susar, denizde ne kadar haklı çıkılabilirse o kadar haklı çıkar, ve sanat ve dünya işlerinde de olduğu gibi, "Nasılmış!" demezdi. Bizim deniz sevgimiz doğrusu onunkinden çok daha şairane idi. Bizi şaşırtan, coşturan renk, ses, dalga ve balık oyunlarına Orhan Veli, kendinden bir şeymiş gibi, güzel fakat "malum" der gibi bakardı. Sevdiğini en çok belli ettiği şey kürek çekmek, denizde kızdığını gördüğüm tek şey de yağsız kürekti. İncecik ve uzun kollarıyla küreğe geçer geçmez kayık kendine gelir, denizin ritmini bulur, her çekiş bir nefeste söylenen rahat mısralara dönerdi. Kürekler batıp çıkacakları anı ve yeri kılı kılına bilir, kayığın burnu pürüzsüz, takıntısız bir çizginin kayan ucu oluverirdi. İşte o zaman iskarmozlar sağlam, kayışlar edebince bağlı ve yağlı, kayığın altı yosunsuz, içindekiler de yerli yerinde oldu mu, Orhan Veli pırıl pırıl keyiflenir ve "Biliriz şu kürek çekmesini" derdi.

Orhan'ın son yazı, bir akşam üstü Yaprak'la Beykoz'a doğrulduk. En cümbüşlü çocukluğu orda geçmiş, on senedir de uğramamış. Poyraz eni konu sertleşmişti, ama Beykoz Orhan'ın dediği gibi süt liman çıktı. Dediği yerde pat patı susturduk. Orhan kürekte, dalyanın telleri melleri arasından, yağdan kıl çeker gibi geçtik, bir balıkçı kahvesinin önündeki perişan iskeleye yanaşıverdik. Orhan eski ahbaplarını dün bırakmış gibi aramağa çıktı ve kendi yaşında, güler yüzlü bir balıkçıyla döndü. Çapariye var mıyız, dedi. Takım taklavat, kumanya düzüldü. Çaparide iki çocukluk arkadaşı dertleştiler. Balıkçı ilkte mi, ortada mı, unuttum, Orhan'la okumuş, babası ölünce bırakmış. "Biz güya okuduk, dedi Orhan, ama bir baltaya sap olamadık." "Yoo, meşhur adam olmuşun. Gazetelerde okuyoruz. Kahvede şiirlerini ezber bilenler de oluyor." Halk arasında adı geçmek Orhan'ı en çok gıdıklayan havadislerdendi. İki patlamayı pek aşamayan açık ve seçik kahkahası o zaman kıvamını bulurdu. Şöhret düşkünlüğü vardı, var olmasına fakat marazi, sinsi, kıskanç tarafı olmayan bu düşkünlük ona kahverengi ceketi, ne yapsa düzgün duran yakası gibi yakışırdı. Balıkçıya hangi şiirlerini duyduğunu sormamıza kalmadı, çapari canlandı. Bir anda kayığın içi bembeyaz çırpıntılarla doldu. Orhan'ın yazı yazarken her harfin hakkını veren uzun ve yavaş parmakları balıkları çapari salkımından koparırken aynı telaşsız, kayıtsız, rahat zariflikleri içindeydiler. Elerimizi pul pul, balıkçıdan buluşmamız kadar edebiyatsız bayağı lafsız ayrıldık. Ne Beykoz'u, ne balıkçıyı, ne balıkları, ne de o bitmeyesi akşamı kendilerinden başka bir şeye benzetmeden, Orhan'ın sayesinde dünyayı biraz daha bizim bilerek Boğaz'a açıldık. Gece, Büyükdere'de bir dostun evini ararken Orhan ışıkları birer birer kendi yakmış gibi biliyordu. Büyükdere'yi ya da ışıkları sevdiğinden mi? Yoo, Orhan rasgele bazı şeyleri, geolojinin taşlar bahsini, rubai vezinlerini, Karagöz'ün bir sahnesini, Ankara'da Teneke mahallesinin bir sokağında oturanları, Keten Gömlek türküsünün belli bir köy ağzıyla söylenişini, hocası Ahmet Hamdi Tanpınar'ın bin dokuz yüz otuz bilmem kaç senesi baharında, çarşamba günü, saat üçü on geçe, Ankara Lisesinin filan koridorunda Abdülhak Hamit üstüne söylediklerini harfi harfine, kılı kılına bilmekten hoşlanırdı.

OKTAY AKBAL (Orhan Veli'yi Beklerken - Şarkılarına Kadar Mahzun, Çağdaş Yayınları, 1997)

Orhan Veli'yi bekliyorum. Saat sekiz buçuk. O şimdi yoldadır. Üç kat merdiveni çıkıp gazeteleri getirecek. Hep teşekkür ediyorum. Öyle ya, nesine bunca yol, bunca basamak? Bir yazarın, adını taşıdığı Orhan Veli'nin eski bir arkadaşının günün haberlerini duyuran gazeteleri beklediğini biliyor. Sarışın bir körfez çocuğu. Yatıp uyumalıydı bu saatlerde! Ama sorumluluğunu bilen bir kişilik. Marketçi ağabeyleri Hakan ve Selçuk'un en büyük yardımcısı. Babası, Orhan Veli'ye sevgisinden küçük oğluna bu adı vermiş... Ne de olsa bir öğretmen, bir bilinçli baba. Orhan Veli de adaşının şiirlerini biliyor, seviyordur diye düşünüyorum. Bir sabah soracağım, bakalım ne diyecek?

OKTAY AKBAL (Melih Cevdet Anday ile - Önce Şiir Vardı, Adam Yayınları, 1982)

Ta yıllar gerisine gittim bir an. İkinci Dünya Savaşı yıllarında lise öğrencisi olduğum günler... Garip'le ilk karşılaşmam. Orhan, Oktay, Melih üçgeni. 1941'de Servetifünun'da Şiirimizin Triosu adlı bir yazı yayımlamıştım. On sekiz yaşında onuncu sınıf öğrencisi bir Oktay Akbal! Garip'çilere takılan, onlarla eğlenen ünlü yazarlara, gazetecilere, eleştirmecilere karşı çıkmış! Bir Raci Bey vardı, divancı mı divancı. Orhan'ı Oktay'ı Melih'i ozan saymıyordu, ne de Sait'i öykücü. Ben, okulun edebiyatçısı olan ben, bütünlemeye kalıyordum bu yazı yüzünden az daha!

OKTAY AKBAL (Yüksek Kaldırım Yaşantıları - Geçmişin Kuşları, Çağdaş Yayınları, 1979)

Derken daha yakın bir anı. Yüksekkaldırım'dan şair, yazar dostlarla inişlerim. Sait Faik'le, Orhan Veli'yle, Asaf Halet Çelebi'yle. Garip bir rastlantıydı, ölümlerinden önceki günlerdeydi hepsi de. Hele Sait.. 4 mayısta indik, 11 mayısta çekti gitti dünyamızdan.. Gene başka bir anı. Fahir Aksoy'la iniyoruz bir gece. Yokuşun tam yarısındayken aklıma geliverdi. Fahir'e "Sait'le, Çelebi'yle, Orhan'la da burdan böyle indik. Bir süre sonra öldüler" deyiverdim. Ödü koptu Fahir'in yokuşu gerisin geri çıkacaktı neredeyse. Yapmadı bunu, göze aldı her şeyi. O günlerde edebiyatçı bilinirdi Aksoy, öyküler, eleştiriler yazardı. Aradan bir süre sonra bıraktı edebiyatı, yazarlığı. Resme verdi kendini. Ünlü bir ressam oldu. Korkulu tehlikeden yakayı böyle kurtardı galiba!

MEMET FUAT (Alttan Gelen Sansür - Çağını Görebilmek, Adam Yayınları 1982)

6 Aralık 1964 günlü Cumhuriyet gazetesinde Orhaneli öğretmenlerinden Ahmet Ergün ile Yücel Aksan'ın bir açık mektupları yayımlandı. Olduğu gibi aktarıyorum.

İSTANBUL RADYOEVİNE AÇIK MEKTUP

Radyonuzda 28.11.1964 günü saat 21-21.30 arası yayımlanan 'Bir Portre' programında, şair Orhan Veli'nin 14. ölüm yıldönümü hatırası anıldı. Büyük şairin ölümü üzerine parçalar ve Orhan Veli'nin kendi eserlerinden seçilmiş bazı şiirleri okundu. 'Yol Türküleri' isimli şiiri okunurken 'Arifiye Köy Enstitüsüne ait' olan kısmın çıkarılmış olması gözden kaçmadı.

1- Şiiri tahrif etmek, şairin hatırasına ne dereceye kadar saygı göstermektir.

2- Köy enstitüsü sözü, bir kültür kurumu olan Devlet Radyosunca neden sakıncalı görülmüştür?

3- Bir sanat yapıtının, siyasi görüş ve kanaatle bir nevi sansüre uğratılması sizce de sanat özgürlüğü anlayışına aykırı değil midir?

4- Bu tutumunuz halkın Devlet Radyosuna olan güvenini sarsmaz mı?

Büyük şairden İstanbul Radyoevi adına özür diliyoruz.

Mektup bu kadar. Radyoevi'nden ne yanıt gelecek diye düşünüyorum. Ne yanıt gelebilir!? Sanat yapıtına saygısızlığın, sinsi, acınası politikacılığın korkunç bir örneği. Belki de salt bir işgüzarlık. Ben dinlemedim o programı. Mektupta Yol Türküleri diye ikinci başlığıyla anılan Destan Gibi'nin bütünü okunup da yalnız Arifiye parçası mı çıkarıldı? İnanamıyor insan. Gerçekten öyleyse...

Okuyalım birlikte o parçayı da, alttan gelen sansürün nerelere kadar uzandığını görün:

Arifiye!

Şoför durdu, Enstitü Mektebi, dedi.

Süleyman Edip bey müdürün adı.

Bir yol da burada duralım;

Ellerinde nasır, yüzlerinde nur,

Yarına ümitle yürüyenlere

Bir selam uçuralım.

Bu parçanın radyoda okunması üstten gelen sansürün yasakladığı şeylerin içine giriyorsa (ki öyle olduğunu aklım almıyor), o zaman programı hazırlayanların bu şiirden bütünüyle vazgeçmeleri gerekirdi. Ondan ötesi sanata da, sanatçıya da -tek sözcükle- saygısızlıktır.

Bir başka yönü daha var işin: Ahmet Ergün ile Yücel Aksan şairden özür diliyorlar; ya köy enstitülerinin yetiştirdiği binlerce öğretmenden kim özür dileyecek!?

ORHAN VELİ ÖLÜMÜNÜN 30. YILDÖNÜMÜNDE TEVFİK FİKRET LİSESİNDE ANILDI (29 Kasım 1980 - HÜRRİYET)

Ünlü şairimiz Orhan Veli Kanıki ölümünün 30. yıldönümünde Tevfik Fikret Lisesi'nde anıldı. Türk Dil Kurumu başkanı Cahit Külebi, Şair Dr. Mustafa Şerif Onaran, Şair Mehmet Deligönül Orhan Veli'yi anma toplantısına konuşmacı olarak katıldılar. Okul müdüresi Ferihan Gürsey, Kültür Kolunca hazırlanan anma gününde "Ergenlik çağında cilt bakımıi ruh sağlığı, beslenme konularının da işleneceğini belirtti. T.D.K. Başkanı Külebi, konuşmasında Orhan Veli'yi nasıl tanıdığını anlattı, Mehmet Deligönül sanatçının edebi kişiliğinden söz etti. Dr. Mustafa Şerif Onaran da Orhan Veli'nin şiirlerinde işlediği konular üzerinde durdu. Öğrenciler ise sanatçının şiirlerini okudular.

Ankara'da Bilgi Yayınevi de Orhan Veli'nin tüm eserlerini 'Bütün Eserleri' başlığı altında yayınlamaya başlamıştır.

RED-KİT FİLMİNDEN İKİ SAHNE(Yönetmen ve Senaryo: Aram Gülyüz)

Görüntü yönetmenliğini Nedim Akanlar'ın yaptığı; İzzet Günay, Gülgün Erdem, Kamuran Akkor, Hasan Ceylan ve Refik Üfler'in oynadığı Red-Kit'in, yapım yılı 1970, yapımcı firması ise Metro Film'dir. Filmdeki iki sahnedeki olaylar az çok şöyledir:

1 - Red-Kit bir kadını öperken, atı Düldül başını iki yana sallayarak konuşur:

"Olmaz ki, böyle de öpülmez ki..."

2 - Bu sahne daha hoştur. Daltonlar her zamanki gibi hapistedirler ve kaçma planları yapmaktadırlar. Avarel çok açtır ve Joe'nun her söylediğine karşılık açlığından bahsetmektedir. Sonunda Avarel'in repliği şöyle olur:

"Hiç bir şeyden çekmedim bu dünyada, açlığımdan çektiğim kadar"

Yönetmenliğin yanı sıra senaryosunu da yazan Aram Gülyüz'e teşekkürlerimi sunarım...


ANA SAYFA