* iletişim..>>

 

* neden ORHAN VELİ?>>

* neden ŞİİR EVİ?>>

* etkinlikler>>

* ulaşım>>

* ORHAN VELİ sergisi>> * şiir yaprağı sonuçları>>

* düzenSİZ YAPRAK>>

* bağlantılar..>>

KANIK'sadığım biri

ORHAN VELİ

Yazan: M. Şeref Özsoy

JUST FOR THE HELL OF IT

111 Poems by ORHAN VELİ

Translated by

Talat Sait Halman

ORHAN VELİ KANIK

Fremdarting

übersetzt von

Yüksel Pazarkaya

ORHAN VELİ'nin

çevirdiği şiirler

Haz: TUNÇER BAYKAŞ

1. BÖLÜM: KANIK'sadığım biri

1 - ON SÖZ

2 - KANIK'sadığım biri

3 - İlk Çağ Ozanı

4 - Bir Komik Adam

5 - Patates'in Orhan Veli'si

6 - Her Bahar Biraz Daha Aşık

7 - Nahit Hanım

8 - Eski İstanbul Kişisi

9 - Orhan Amca'mız

10 - Garip'in Saraybosna

                           Temsilcisi

11 - İstanbul'u Katlanılır

                         Kılan Şair

12 - Orhan Veli'nin Katili

13 - Sun ay'A kın

14 - Edebiyatı Kendine

                Dert Edinen Adam

15 - Orhan Veli'nin

                   Peşindeki Polis

16 - Tarihin

       Beğenerek Andığı İnsan

17 - Üç Beş Sekiz Yetmez

18 - Şairlerin Düellosu

19 - Salah Birsel'in Garip Yanı

20 - Kapımıza Dayanan

                              Kamyon

21 - Küçücük Hatalar

22 - Nasıl Ölmek İstersiniz

23 - Aaaa! Deniz

24 - Şey

25 - Tartuffe

26 - Şimdiki Gençler Dayaklık

27 - Burunsuz Galip ile

                     Montör Sabri

28 - Önemli Olan Boyu Değil

29 - Bir İş Var Bu Kazalarda

30 - Dergi Kapattıran Şiir

31 - Sarı Kedi Mırnav Pist

32 - Bir Şair Bir Çocuk

33 - Şair Şah Çekerse

34 - Devrimin Şiirsel Tanımı

35 - Şarkılardan Fal Tutalım

                   Şiirlerle Şairlere

36 - Veli'mizin Hatırına

37 - Şairlerin Vasiyetleri

38 - Diz Çökerten

                     Acaip Mısralar

39 - Vatan Hainiyim

            Vatan Hainisin

                      Vatan Haini

40 - D'li Reşid Halid

41 - Orhan Veli Yürüyüşleri

42 - Bestelenmiş Orhan Veli

                               Şiirleri

43 - Heykel

44 - Kimin Yolu?

45 - Büyülü Bölgenin Tabelası

46 - Yaş Otuz Altı Yolun Sonu

2. BÖLÜM: YAPRAK DÖKÜMÜ

47 - Yaprak Dökümü

48 - düzenSİZ YAPRAK

49 - Zavallı Mehmet Selim

3. BÖLÜM: GAYYA KUYUSU

50 - Gayya Kuyusu

SON SÖZ

51 - Orhan Veli'den

            Beklediğim Mektup

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

ŞAİR ŞAH ÇEKERSE

"İnsan, bir kamış, bir sazdan başka bir şey değildir; doğada ondan daha güçsüzü yoktur ama, düşünen bir sazdır o." Bu düşüncenin sahibine, Jacques Prevert, Sıkıntılı Bahis adlı bir şiir yazar:

Blaise Pascal adında biri

Tatara Titiri

1623 yılında doğan Blaise Pascal hiçbir öğrenim kurumunda eğitim görmedi. Yalnızca babasından özel dersler aldı. Bu yüzden kendisini babasına karşı hep borçlu hissetmiştir ve bu borcu ödemek istercesine, henüz 19 yaşındayken aritmetik bir hesap makinesi icat etmiştir. Çünkü o sıralar babası maliye dairesinde çalışmaktadır. Bu alet sayesinde babasının işlerini kolaylaştırmayı istemiştir.

Blaise Pascal'dan sonra, teknik gelişmeler sonucu 1885'te ilk kez delikli kartlar kullanılarak bir hesap makinesi yapıldı. Ancak hesabın tümüyle otomatikleşmesi 18.000 elektronik tüpü bulunan bir makineyle, 1944'te gerçekleşti. İlk bilgisayarları tarif etmeye kalkarsak, büyüklüğünü odalarla, ağırlığını da tonlarla tanımlayabiliriz. Elbette ki bu bilgisayarlarla dalga geçenler de vardı. Bir gazete "hiç merak etmeyin, önümüzdeki elli sene içerisinde gelişecek olan teknoloji ile bilgisayarların ağırlıkları bir tonun altına inecektir" iddiasında bulundu. Günümüzdeki bilgisayarların ağırlıkları birkaç kilo olduğuna göre yanılmadıklarını da söyleyebiliriz. Bu gelişme 1958'de transistörlerin, 1963'te entegrenin bulunmasıyla sağlanmıştır. Eminim ki bilgisayarlardaki bu gelişmeler devam edecektir ama, biz buraya Özdemir Asaf'ın Tartı şiirini yerleştirebiliriz:

Bilgisizin yanında bilgiden söz etmeyin,

Bilgin'in yanında bilgiden söz etmeyin.

Cücenin de devin de eremediği vardır;

Ne altından ve ne de üstünden söz etmeyin.

Satranca benzer oyunların MÖ. 3000 yıllarında Hindistan ve Mısır'da oynandığına yazıtlarda rastlansa bile, Murret'in 1913 yılındaki araştırmalarına göre satranç ilk olarak 570 yılında Hindistan'da oynanmıştır. Ama rivayetler de çoktur. Örneğin, Sat-Ran-Çu adlı bir Çinlinin bulduğu söylenirse de, Arap efsanesi daha çok bilinen bir hikayedir. Hiç işlevi olmayan birinin gücünün de olmayacağını, onun gücünü çevresindekilerin oluşturduğunu belirtmek isteyen bir brahman, bulduğu bu oyunu dönemin şahına sunar. Satrancı çok seven ve aslında yerildiğini anlamayan şah, brahmana bu oyun için istediği ödülü sorar. Bunun üzerine brahman, 'buğday' ister. Miktarı ise satranç tahtasındaki kareler sayesinde hesaplanacaktır.

Bu alçak gönüllülüğe şaşıran şah, brahmanın isteğini kabul eder ama, sonradan pişman olur. Ardışık karelere bir önceki karenin iki misli buğday konularak yapılacak olan bu işlemde, birinci kareye bir, ikinci kareye iki, üçüncü kareye dört, dördüncü kareye sekiz buğday konulacaktır ama, rakamlar hızla büyümektedir. Onuncu kareye beş yüz on iki, on beşinci kareye on altı bin üç yüz seksen dört, yirminci kareye beş yüz yirmi dört bin iki yüz seksen sekiz, yirmi beşinci kareye on altı milyon yedi yüz yetmiş yedi bin iki yüz on altı.... Hesap tamamlanıp, her kareye konulması gereken buğday adetleri toplanınca (bunu yazıyla yazamayacağım) 18.446.744.073.709.551.615 tane buğday verilmesi gerektiği anlaşılır. Bu kadar buğdaysa, değil ülkede, dünyada yoktur ve bulmak için dünya yüzeyinin 64 misli büyüklükteki bir kara parçasına buğday ekilmelidir.

Satranç ile ilgili rivayetler daha pek çoktur ama, bilgisayarın icadıyla satranç tahtasının mertliği bozulur. Çünkü satranç artık bilgisayarda oynanmaktadır. Bilgisayarda satranç oynanması fikrini ilk olarak Alain Turing 1940'larda ortaya attıysa da bilgisayar için ilk program 1958'de Amerikan Hava Kuvvetleri'ne araştırmalar yapan Rand Corporation tarafından yapılmıştır. Bu makinenin hamle yapmasının bir saat aldığı söylense bile bu önemli değildir. Çünkü günümüzde dünya satranç şampiyonu ile karşılaştırılmak üzere yazılan programlar saniyede yüz milyonlarca durumu incelemektedir. Yani çok hızlıdırlar ama, halen insanlara üstünlük sağlayamamışlardır. Aslında üstünlük kazansa bile, bu bilgisayara mı yoksa programı yazana mı mal edilmelidir?

Üniversiteden mezun olacağım yıl, son sınavım bitirme projesi üzerineydi ve sıcak bir haziran ayının ikinci günü yapılacaktı sınav. Proje ise bir bilgisayar programıydı. Üç arkadaş, uzun uğraşlar sonucu az çok öğrenebilmiştik programı ve son olarak sınavdan bir gece önce, bildiklerimizi bilgisayar başında tekrar ediyorduk. Akşam üzeri proje arkadaşlarım gitti, gece ise evde herkes uyuduğu halde bilgisayarda çalışmamı sürdürüyordum. Sabaha karşı yoruldum ama, uyursam da uyanamayacağımdan korkuyordum. Çalışmaktan da sıkıldığım için açtım bilgisayarın satranç oyununu, başladım oynamaya. Her seferinde oyun çabucak bitiyor ve ben mat oluyordum. Ya beşinci ya da altıncı oyundaydı, bilgisayarı köşeye sıkıştırdım. Yaklaşık on dakikalık düşünme süresi vardı bilgisayarın ve hepsini kullandıktan sonra, mat olduğunu kabul etti. Tahmin edeceğiniz gibi, bende bir sevinç bir sevinç... O hızla okula gidip sınava girdim ve biz üç arkadaş projemizi en iyi şekilde savunduk ama, taktiğimizi bilgisayardaki satranç oyunundan almış ve bize verilen süreyi sonuna kadar kullanmıştık, başarılı olmak için...

Fikir taşıyorsun

Fikir taşıyorum

Fikirsiz insan olur mu?

Hayvan!

Fuat Ofşin'in Fikir adlı bu şiirini buraya neden yazdım? Açıklayayım. Her ne kadar bilgisayarda satranç oynanması fikrinin ilk olarak 1940'larda ortaya atıldığını söylediysem de, Alan Turing'den yaklaşık iki yüz yıl önce yaşayan Macar Baron Wolfgang Von Kempelen'in aklına bir fikir gelir ve 1769 yılında biraz sonra anlatacağım makineyi icat eder.

O yıllarda Macarlar, Avusturya Veraset Savaşı (1740-48) sırasında Maria Theresia'nın yanında yer almaları nedeniyle, iç işlerinde ülkenin diğer bölgelerinden bağımsız, ayrı bir krallık olma hakkını elde etmişlerdir. Bu sayede o yılların durgun geçtiğini söyleyebiliriz.

Wolfgang Von Kempelen ise geliştirdiği bu makine ile bütün Avrupa'yı hayretlere düşürür. 'Türk' adındaki bu makine insanlara karşı satranç oynamaktadır. Yani Baron sadece satranç oynayan bir bilgisayar icat etmiştir. İsminin neden Türk konduğunu bilmediğimiz bu bilgisayarın, Garry Kasparov ile karşı karşıya getirilen 'Deep Blue' adlı satranç programının ilk versiyonu olduğunu düşünebilirsiniz ama, biraz sonra okuyacaklarınızla yanıldığınızı anlayacaksınız.

Tekrar 1769 yılına dönersek müthiş bir zeka ürünü (!) olan Türk adlı bu bilgisayar için adamlarına kutu yapmalarını emreder Wolfgang Von Kempelen. Her ne kadar boyutu bugünkü bilgisayarlara göre büyükse de elli yıl öncekilere göre de küçüktür. Teknolojisini (!) düşününce, yaklaşık bir buçuk metre boyunda, kırk santimetre genişliğinde ve altmış santimetre derinliğinde olması gereken makinenin, ekran benzeri bir penceresi olduğunu söylersem, sanırım yanılmış olmam.

Baron'un bu teknoloji harikasını imal etmesi de pek zor olmamıştır. Hatta bilgisayarın kutusunun yapımı daha uzun zaman almıştır diyebiliriz. Adamlarının tasarımı yapıp, kutuyu şekillendirmeleri birkaç gün ya da en iyimser düşünce ile birkaç saat sürdü desek bile, Baron bu kadar uğraşmaz imalat için, hatta eline alet bile almaz.

İlk karşılaşma gelip çattığında herkes çok heyecanlıdır. En başta da Baron ama, onun heyecanı "acaba kazanabilecek mi?" diyedir. Bilgisayarın, yani Türk'ün ilk rakibinin ve izleyenlerinin heyecanı "acaba çalışacak mı?"dır. Sırf bu kadar değil, makine de oldukça heyecanlıdır; "acaba becerebilecek miyim?" diye...

Maç saati gelir, Türk'ün karşısına oturtulur rakibi ve Baron bilgisayara başlama komutunu verir. Oyunun ne kadar sürdüğü, kimin kazandığı önemli değildir ama, bilgisayar çalışır. Türk'ün rakibinin şaşkınlığını göz önünde bulundurursak, maçı Türk'ün aldığını iddia ederek "en büyük Türk, başka büyük yok" çığlıkları atabiliriz. İleriki maçlarda Türk'ün galibiyetleri de olmuştur, mağlubiyetleri de. Ancak dediğimiz gibi, bu önemli değildir. Söylenenlere göre Avusturya İmparatoriçesi, Rus İmparatoriçesi 2. Katerina hatta ve hatta öldüğü zaman kalbinin bir satranç tahtasına gömülmesini isteyen Napolyon Bonaparte bile Türk'e rakip olmuştur.

Üç maç mı yapmıştır Türk, beş maç mı ya da elli - yüz karşılaşma sonucunda mı anlaşılmıştır Baron'un oyunu bilinmez ama, biz bu final için bir hikaye uyduralım.

Türk'ün başarısı Avrupa'ya dalga dalga yayılır. Herkes onunla maç yapmak için sıraya girer, bu arada Baron da kesesini iyicene doldurur. Bir gün, Türk'ün karşısına çok sinirli bir rakip çıkar. Bay Y. Hiç kimse Bay Y'nin Türk'ün Azrail'i olacağını bilemez. Maç başlar ve ilerleyen saatlerde Bay Y yenileceğinin ilk belirtilerini görür. Çok geçmez, birkaç hamle sonra da Türk 'şah' çeker. Bay Y düşünür düşünür ama, mat olmaktan kurtulamayacağını anlar. Yenildiği her karşılaşmada satranç taşlarını elinin tersiyle dağıtma alışkanlığı olan Bay Y, ayağa kalkar. Yenilgiyi hazmedemediği için burnundan solumaktadır. Bir süre gözlerini bilgisayarın ekranından ayırmayan Bay Y, sonunda hiç kimsenin beklemediği hareketini yapar ve bilgisayarı bir tekmede devirir. Önce işitilen "Ahh!" sesinin ardından bir sürü de küfür duyulur. Şaşkın gözlerin önünde, bilgisayarın kırılan ekranından yüzü-gözü yara-bere içinde bir kafa çıkar. Bu adam ünlü satranç teori yazarı Johann Allgaier'dir ve o ana kadar hiç kimsenin aklına onun neden Türk'e rakip olmadığı gelmemiştir.

Napolyon Bonoparte'ı bile yenen Türk, Philadelphia'da korunduğu Çin müzesinde, 1854 yılında çıkan bir yangına yenilmiştir.

Artık yıl 1972'dir. Satrancın kuralları değişmese de dünyada çok şey değişir. Bunun üzerine sahneye Ataol Behramoğlu çıkar ve isimsiz bir şiir yazar. Bu şiirle; çoook buğday borçlu Arap Şah'ına mı, Macar Baron Wolfgang Von Kempelen'e mi yoksa şiiri yazdığı yıllardaki birine mi seslenmiştir sormak gerekir kendisine:

Elinde ne piyon kaldı, ne vezir, ne kale

Düştü birbiri ardına atlar, filler

Ama şah hala ayak diremekte

Yeni taşlar bulundu çünkü: Köpekler...

İki yüz yılı bir çırpıda geçeriz de bir çeyrek yüzyılın lafı mı olur. Hemen 1997 yılına ulaşır ve Yeşim Saygın Armutak'ın Sanrı şiiriyle bu yazımızı da bir şekilde Orhan Veli'ye bağlarız:

Dostoyevski geldi ansızın

hiç konuşmadı

serüvenci bir düşü

kentten kaçmıştı

 

şiirler okudu konçinalar

bir plak intihar etti

direniyordu gece

kardan kandiller sönük

 

düellosuna

satranç oynadık Puşkin'le

vuruldu

geceyi uyku tutmuyordu

Bir başka düello da gecelerini uykusuz geçiren iki kişi arasında geçer. Orhan Veli ile Sait Faik bir ay boyunca her akşam Balık Pazarı'nda buluşurlarmış. Ellerinde de Cumhuriyet gazetesi. İçmek üzere oturduklarında hemen gazetenin bulmacasını açarlar ve yarışırlarmış. Bir ay boyunca hep Orhan Veli kazanmış, Sait Faik'in payına da hep hesabı ödemek düşmüş. Sonunda Sait Faik isyan etmiş: "Kabul ediyorum, bu konuda çok iyisin ama, bir aydır hep sen kazanıyorsun. Bir kerecik bile kazanamadım!" Orhan Veli pis pis sırıtarak yanıtlamış: "Sait, senin kazanmana imkan yok. Bu bulmacaları ben hazırlıyorum, nasıl senden önce bitirmeyeyim!"

"Bilgisayar ve satrançın bulmacayla, dahası Orhan Veli ile alakası ne?" diye merak ediyorsanız (hakkında bilgi bulamadığım için) en büyük merakım; kelimelerle kağıt üzerinde bu kadar iyi oynayan bu adam, satranç oynar mıydı?


ANA SAYFA