* iletişim..>>

 

* neden ORHAN VELİ?>>

* neden ŞİİR EVİ?>>

* etkinlikler>>

* ulaşım>>

* ORHAN VELİ sergisi>> * şiir yaprağı sonuçları>>

* düzenSİZ YAPRAK>>

* bağlantılar..>>

KANIK'sadığım biri

ORHAN VELİ

Yazan: M. Şeref Özsoy

JUST FOR THE HELL OF IT

111 Poems by ORHAN VELİ

Translated by

Talat Sait Halman

ORHAN VELİ KANIK

Fremdarting

übersetzt von

Yüksel Pazarkaya

ORHAN VELİ'nin

çevirdiği şiirler

Haz: TUNÇER BAYKAŞ

 

 "Kanık'sadığım Orhan Veli" ve Orhan Veli Şiirini Tanımak

(DEMİRTAŞ CEYHUN

VARLIK

Temmuz 2001)

 

  

 

Şeref'in nasıl bir Orhan Veli çılgını olduğunu

zaten nicedir biliyordum.

Özenli baskısı, cildi, kağıdı,

cüssesiyle de dört dörtlük

KANIK'sadığım biri ORHAN VELİ

adlı kitabını görünce,

gerçekten çok şaşırdım.

Hele hele okuduktan sonra...

Güya şiirini seviyordum,

ama o kadar az tanıyormuşum ki meğer Orhan Veli'yi...

Cemal Süreya'nın Mola adlı şiirini ilk kez ne zaman, nerede okumuştum, anımsamıyorum. Ama, "Ben asker değilim nişanlıyım" diye biten şiirinin son dizesini okuyunca, yolda ansızın üstüme bir elektrik teli kopup düşmüş gibi, bir an sarsıldığımı nasıl unuturum...

Biz erkekler, aradan kırk yıl da geçse, bir türlü "terhis olup" unutamayız geçici askerliğimizi, bilirsiniz. Bu şiir de Cemal Süreya'nın askerliğiyle ilgili. Kim bilir kaç yıl sonra gene birden askerliğini anımsamış. Üstlerinden "generalim", "yüzbaşım" diye söz ederken, astlarına "Çavuş", "Asker" diye seslenmesine bakılırsa, Cemal Süreya da asteğmen / yedek subay olarak yapmış askerliğini. Zaten, o yıllarda liseyi bitirenler de askerliklerini yedek subay olarak yaparlardı.

O kışla düzeni içinde ve o günkü anlayışa göre disiplinli bir ordunun subay-er ilişkisine yakışır bir kesinlikle komutanı gene "Asker, su ver!" diye buyurunca;

"Ben asker değilim, nişanlıyım!" diyor, demek artık gün sayan hülyalı asker...

Ola ki askerliği de o günlerde yeni bitirmiş olduğum için, günlerce dilimden düşmemişti bu dize, yaşıtım şiir sever birçok dost gibi: "Ben asker değilim, nişanlıyım..."

Ama, yıllar sonra Metin Demirtaş'ın, Anadolu Ekini adlı derginin 15 Şubat 1991 tarihli 11. sayısında çıkan "Bir Şiirin İki Anlamı" adlı yazısını okuyunca, insanın gene aynı biçimde şaşırmış, sarsılmıştım, tıpkı Metin Demirtaş gibi; Cemal Süreya'nın bu dize ile ilgili açıklamaları karşısında.

Metin Demirtaş, bir yıl önce 9 Ocak 1990'da ölen şairin anısına kaleme aldığı ve "Toprağında şiir çiçeklerin çok olsun diyerek..." diye bitirdiği bu yazısında, "Mola" şiiriyle ilgili Cemal Süreya ile aralarında geçen bir konuşmayı aktarmaktadır.

Bu yazıdan öğrendiğimize göre, 1974 yılı Mart ayında Ankara'ya gitmiştir Metin Demirtaş ve Remzi İnanç'ın konuğu olarak katıldığı bir ozanlar ve yazarlar sofrasında da Cemal Süreya ile yan yana düşmüştür. Bir süre sonra konuşmaların arasında şiirler okunmaya başlanınca, Metin Demirtaş önce Cemal Süreya'nın isteği üzerine Apollinaire'in 'Mirabeau Köprüsü' şiirine göndermelerde bulunan bir şiirini, ardından da Cemal Süreya'nın "Mola" adlı şiirini okumuştur.

Sonra da, bu şiirini çok beğendiğini belirterek, "Ne güzel. Biri askere 'Hey asker su ver asker" diye sesleniyor, siz askere 'Ben asker değilim, nişanlıyım' dedirtiyorsunuz. Yani askerlikte 'nişanlıyım' dedirtip, nişanlılığı, yaşamın o güzel dönemlerinden birini güzelleştiriyorsunuz." diye şiirin son dizesinin çarpıcılığını vurgulamaya kalkışınca, hemen sözünü kesmiştir Cemal Süreya.

"Yoo, hayır Metin!" demiştir. "Ben onu demek istemiyorum. Askerlikte, bilirsin, acemi talimi sırasında onbaşı, çavuş olacakların sol omuz kol üstüne yatay bir şerit takılır, ona nişan denilir. Yani onbaşıdan bir önceki rütbe. Ya da adı üstünde, nişan."

Metin Demirtaş, şaşkınlıklar içinde karşı koyunca da:

"Ama bu böyle!" demiştir kesin bir dille.

Oysa, madalya vb. karşılığı olarak da kullanıldığı belirtilen bu Farsça "nişan" sözcüğünün, askerlikteki en küçük rütbe anlamına da geldiğine dair Türkçe sözlüklerde hiçbir bilgi verilmemektedir gördüğümüz kadarıyla. Dolayısıyla, "nişan" ve "nişanlı" sözcüklerinin hemen herkesçe evlenmeye karar vermiş kızla erkek anlamında yorumlanacağını, hiç kimsenin bu sözcüğü askerlikteki en küçük rütbe olarak algılamayacağını Cemal Süreya gibi bir ozanın bilmemesinin olanağı var mıdır Allah aşkına? Ancak, Cemal Süreya şiirinin tılsımı da hep son dizelerde saklı, sanki... Örneğin, "Sürek Avı" şiirinin "Bütün tavşanlar homoseksüeldir sülalesinden"; "Hür Hamamlar Denizi" şiirinin "Enflasyon parasıyla otuz lira"; "Aşk" şiirinin "sonrası iyilik güzellik"; "Gül" şiirinin "Ve zurnanın ucunda yepyeni bir çingene" vb. "mısra-ı berceste" düşürerek bitivermesi bir şokla...

Metin Demirtaş, "bunu şiirin bir zaafı olarak el e almıyorum, belki şiirin zenginliği bu, özgün bir yanı," diye dövünüyor yazısının sonunda. Çünkü, bu anısını daha sonraki yıllarda Nihat Behram'a aktarmış, o da kendisi gibi düşünüyormuş. Ama Cemal Süreya ile bir daha karşılaşamamış, dolayısıyla yeniden soramamış ona, başkalarıyla da tartışarak çoğalttığı sorularını, ne acı...

Gerçekten, o eğretilemeleri, o imgeleri şairlere çağrıştıran olayların, olguların, nesnelerin, kişilerin ne olduklarının, kişiliklerinin, kimliklerinin, öykülerinin de bir önemi var mıdır acaba yeniden üretilebilen için, okur açısından?

Diyelim, Cemal Süreya'nın sevişirken soluk soluğa dörtnala koşan "kırmızı atı"nın, Nazım'ın "kızıl kanatlı kızıl atları" ile ilgili hiçbir ilişkisi yok ki, donu bile kırmızı değil belki onun. Ama varsayalım, kışın dişlerinin bile kırmızıya kestiği söylenilen pancar işçilerinin bozkır ayazında soluk soluğa pancar sökerken, burunlarının önünde al yeleli atlar gibi buğulanıp uçuşuveren kırmızıya kesmiş soluklarından esinlenilmiş olsun Cemal'in atı da... Ne önemi var ki...

Orhan Veli de, "Bir İş Var" adlı şiirini, öyle sanıldığı gibi masa başında filan değil, Üsküdar'dan Beşiktaş'a geçerken motor daha tam yanaşmadan, acele edip rıhtıma atlamaya kalışmış ve ayağı kayıp denize düşünce can havliyle söylemiş meğer. Tam anlamıyla ölümle burun buruna gelmiş olmalı ki, suyun içinde çırpınırken, kendisini kurtarmaya çalışanlara bir yandan da "Her gün bu kadar güzel mi bu deniz? / Böyle mi görünür gökyüzü her zaman?" diyormuş ciyak ciyak, "İmdaaat!" dermiş gibi.

Motorcular, motor yolcuları kurtardıkları bu sıradan kişinin bir şair olduğunu nereden bilsinler? Sonra da oturmuş rıhtıma,

Her gün bu kadar güzel mi bu deniz?

Böyle mi görünür gökyüzü her zaman?

Her zaman güzel mi bu kadar,

Bu eşya, bu pencere?

Değil,

Vallahi değil;

Bir iş var bu işin içinde.

diye gerisini getirmiş hemen.

Gerçekten, yaşama dört elle sarılmanın ne demek olduğunu, dört elle sarılmak gerektiğini başka nasıl anlatabilir ki insan?..

Höyük kazılarıyla şiirlerin öykülerini de öğrenmek, onları daha bir insansı, daha bir insan ısılı mı kılıyor ne? Sanki...

Orhan Veli'nin şiirlerinin öykülerini Şeref Özsoy dert edinmiş kendine. Neredeyse yarım yüzyıl sonra şairler konuşmuş kişileri bir bir saptayıp peşine düşmüş, konuşmalarını derleyip onların tanıklığında kuyumcu işi bir kazıya girişmiş iğneyle...

Şeref'in nasıl bir Orhan Veli çılgını olduğunu zaten nicedir biliyordum. Kitap fuarlarında tek başına Orhan Veli gösterileri yapıyordu tek sayfalık "yaprak"lar çıkarıp. Sahaf sahaf dolaşıp ne bulursa topluyordu onunla ilgili. Hatta Taksim Anıtı'nın önünde Orhan Veli toplantıları bile düzenliyordu tek başına, biliyordum. Orhan Veli üzerine, küçük dergilerde çıkmış birkaç yazısını da getirmişti okumam için. Küçük öykücükler, anılar, notlar, içeren gerçekten o şirin yazıları okuyunca, aklım sıra Orhan Veli üzerine daha kapsamlı bir çalışma yapması için yüreklendirmeye çalışmıştım Şeref'i. Ama inanın, böyle bir kitapla karşılaşacağımı aklımın köşesinden bile geçirmemiştim kesinlikle. Özenli baskısı, cildi, kağıdı, cüssesiyle de dört dörtlük KANIK'sadığım biri ORHAN VELİ (Ayna Yayınları) adlı kitabını görünce, gerçekten çok şaşırdım. Hele hele okuduktan sonra... Güya şiirini seviyordum, ama o kadar az tanıyormuşum ki meğer Orhan Veli'yi...

Örneğin, Orhan Veli'nin ilk yıllarda bazı şiirlerini Mehmet Ali Sel imzasıyla yayımladığını; Yusuf Ziya Ortaç'ın, şiirlerinden dolayı Orhan Veli, Oktay Rifat ve Melih Cevdet için okurlarına "Sizi bu ahlaksızların yüzlerine tükürmeye davet ediyorum" diye yazdığını; Orhan Veli'nin adının ikisi İstanbul'da Bakırköy-Bahçelievler'de ve ve Yakacık Sultanbeyli arasında, diğeri de Yalova'da olmak üzere üç küçük sokak ile doğduğu yer olan Beykoz'da da küçük bir parka verildiğini; Orhan Veli, Oktay Rifat ve Melih Cevdet'in şiirlerinin daha Varlık dergisinde çıkmaya başladığı günlerde Ataç'ın, "Yarın nasıl olsa siz de herkese uyarak mutlaka okuyacaksınız ve seveceksiniz, n'olur şimdi kendiniz keşfedin bu yeni şiiri" diyerek neredeyse bağıra bağıra yalvardığını yeni öğrendim bu kitaptan.

Örneğin, Nazım Hikmet'in, Budapeşte radyosunda yaptığı konuşmalardan birinde, "Şimdi size söyleyeyim; Mesela benim bavulumda neler var, bir defa tabii Orhan Veli var. Öyle sanıyorum ki Orhan Veli bizim en güzel şairlerimizden biri. Çok genç öldü, yazık oldu, ama ölümsüz." dediğini biliyordum, okumuştum. Fakat, Orhan Veli ile karşılıklı şiirler yazarak birbirleriyle atıştıklarını, Orhan Veli'nin "Kuyruklu Şiir" ile "Cevap", hatta "Kızılcık" adlı şiirlerini Nazım'ı eleştirmek (*) için yazdığını, Nazım'ın yıllar sonra, Karadeniz kıyısındaki bir dinlenme köyünde yazdığı "Denizin Üstünde Ala Bulut" adlı şiiriyle Orhan Veli'nin "Hürriyete Doğru" adlı şiirine yanıt verdiğini, bilmiyordum, işitmemiştim hiç.

Örneğin, Orhan Veli, Oktay Rifat ve Melih Cevdet'in yanlarına Sabahattin Eyuboğlu ile Mahmut Dikerdem'i de alıp Yahya Kemal'in çağrılısı olarak Ankara'da, Karpiç Lokantası'nda 1949 yılında birlikte yemek yediklerini ve karşılıklı şiirler okuduklarını, Oktay Rifat'ın okuduğu "Yalancı Dolma" adlı şiirini Yahya Kemal'in kendisine karşı yapılmış çirkin bir şaka olarak değerlendirip öfkelendiğini, bu nedenle de Orhan Veli'nin bir daha rastlaştıklarında okumak üzere "Efsane" adlı şiirini yazdığını, rastlaşıp okuduğunda da Yahya Kemal'in şiiri beğenip "Siz biraz daha gayret etseniz bizi de geçeceksiniz" dediğini, Orhan Veli'nin ise "Aman efendim, biz bunları alay olsun diye yazıyoruz." diye yanıtladığını, Yahya Kemal'in de ola ki bu öfkeyle, daha sonra "Ahmet Haşim şiirden ne anlar, Nazım Hikmet şair falan değildir. Sait Faik çok şişirildi, Oktay Rifat da Orhan Veli de çok cahil ve geri kimselerdir." dediğini gerçekten bilmiyordum.

Kısacası Şeref Özsoy'un alabildiğine alçakgönüllü ve o denli de içtenlikli çalışmasından hem büyük keyif aldım okurken, hem de çok şey öğrendim vesselam.

Vedat Günyol Hoca'nın Orhan Veli şiiri hakkındaki düşüncelerini de bu kitaptan, yeni öğrendim örneğin.

Şeref Özsoy, Orhan Veli ile ilgili anıları derlerken, halen "İnsan Hakları" dersi verdiği Maltepe Vakıf Üniversitesi'ne gidip bularak Vedat Günyol'la da konuşmuş. Önce, "Orhan Veli'yi arada bir görürdüm. Selamlaşırdık. Çok efendi, çok saygılı bir insandı," diye anılarını anlatan Günyol Hoca, "Orhan Veli, Melih Cevdet, Oktay Rifat üçlüsünün en şairi, bence insanı can evinden vuran dizeleriyle bütünlük içerisindeki şair Oktay Rifat'tır." deyip Oktay Rifat'ın kendi şiir okulunu kurabildiğini, Orhan Veli'nin ise "ömrü yetmediği için" bir okul kuramadığını belirttikten sonra da, Orhan Veli "şiiri bir çeşit düzyazı havasına sokan insandır," diye eklemiştir, Şeref'in yazdığına göre.

Gerçekten, Günyol Hoca, "şiiri düz yazı havasına sokan kişi," derken, Orhan Veli'nin veya şiirinin hangi yanını vurgulamak istemiştir acaba? Doğrusu, bu yargıyı okuyunca bir süre takıldım kaldım kitabın o sayfasında.

Elbette, "şiiri düz yazı havasına sokmak," derken, düzyazı şiiri, eskilerin deyimiyle "mensur şiiri" kastetmiş olamaz Günyol Hoca, olanaksız.

Biliyorsunuz, düzyazı (nesir) kavramı edebiyatımıza on dokuzuncu yüzyılın sonlarında girmiştir, edebiyat sözcüğüyle birlikte. Yani dilimizde, o tarihlere kadar "edebiyat" kavramı da yoktur ve "şiir" sözcüğüyle bu kavram da anlatılmaktadır bir anlamda.

Nitekim, Yahya Kemal, "Yunanlıların ve bilhassa Latinlerin nesir dedikleri nesir, hulasa bugün aydınlığının hudutsuzluğuyla insanları insan eden nesir Araplar'da da yoktu, Acemler'de de yoktu. Biz zavallı Türkler Arap ve Acem'in tilmizleri olduğumuz için, ayrıca da, kendi milli kusurumuz olarak, az yazdığımız için nesirsiz kaldık." diye yazmaktadır ta 1920'lerde. Hemen ardından da "Asıl edebiyat nesirdir," demektedir. (Yahya Kemal, Edebiyata Dair, İstanbul Fetih Cemiyeti 1984, s.70.)

Sabahattin Eyuboğlu da "Divan edebiyatından çıkarken bize kuvvetli şairden çok, kuvvetli nesir lazımdı. Üstad Yahya Kemal'in sık sık tekrarladığı gibi, asıl edebiyat nesirdir. Gerçekten de, Avrupa'da edebiyat denince akla önce nesir gelir. Bizde de Tanzimattan sonra başlamıştır." demektedir, ta 1939'da "İnsan" dergisinde çıkan "Namık Kemal Yahut Manzum Nesir" adlı yazısında. (Bütün Yazıları, Cem Yayınevi, İstanbul 1981, c-1, s.99.)

Yüzyılın ilk çeyreğinde Enderunlu Vasıf, Keçecizade İzzet Molla gibi şairler her ne kadar hala şiir yazmayı sürdürmekte iseler de Divan şiirinin son büyük ustası Şeyh Galip'in 1799'da ölmesiyle o görkemli Osmanlı şiiri 19. yüzyıla girilir girilmez sanki bıçakla kesilirmişçesine sona ermiş, neredeyse bütün yüzyıl boyunca da bir başka büyük şair daha yetişmemiştir. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren yetişen genç şairler de, ilginçtir, sanki nazımdan çok nesirle uğraşmakta ve şiiri bile nesirde aramaktadırlar artık.

Ancak, aydınlarımızın, Osmanlı edebiyatındaki bu büyük ve köklü değişimin de Tanzimat'la başlayan Batılılaşma politikalarının bir doğal sonucu olarak, Batı edebiyatının bir kopyası şeklinde gerçekleştirildiğinden, artık her ne hikmetle ise, hala şuncacık kuşkusu yoktur, bilindiği gibi.

Doğrusu, Osmanlı aydınlarının oyun, öykü, roman gibi türlerde ilk ürünlerini Batı edebiyatından görüp esinlenerek, hatta öykünerek verdiğini yadsıyabilmek elbette olanaksızdır. Ancak, Osmanlılardaki Batılılaşma hareketlerinin ta 18. yüzyılın ilk günlerinden itibaren başladığı, örneğin Paris'e ilk büyükelçi olarak giden Yirmi Sekiz Mehmed Çelebi'nin "Sefaretname" adlı ünlü raporuyla daha 1700'lü yılların başlarında Batı'daki gelişmelerle ilgili geniş bilgi aktardığı ve matbaanın ülkemize gelmesine öncülük ettiği bilindiği halde, oyun, öykü, roman gibi türlerin Batı'dan alınması için tam 150 yıl beklenmiştir. Aradan bunca uzun zaman geçmesini zorunlu kılan neden ise, bizce hiç kuşku yok ki, "şiir" ile "düzyazı" arasındaki köklü bir yazınsal farklılıktan, "düzyazı" ile "anadil" arasındaki "olmazsa olmaz" ilişkiden kaynaklanmaktadır. Nitekim, bu süreç, Batı edebiyatında da, on altıncı yüzyıl öncesinde uzun yıllar bütün boyutlarıyla yaşanmıştır. Örneğin, İngiliz ve Fransız şairleri 1550'lere kadar şiirlerini anadilleriyle değil, Latince yazmışlardır, tıpkı söz konusu yüzyıllarda Osmanlı şairlerinin şiirlerini Türkçe değil, kendilerinin oluşturduğu Osmanlıca denilen bir dille yazmaları gibi.

Bilindiği gibi, Fransız şiirinin kurucusu olan Ronsard, 1550'lerde altı arkadaşıyla birlikte "Pléiade" adlı bir grup oluşturarak, Fransızca'nın şiir ve edebiyat dili olması için Latince yazan şairlere karşı savaş açmıştır. İngiliz Thomas More, ünlü yapıtı "Utopia"yı 1516 yılında Londra'da Latince yazmıştır. Görüldüğü gibi, anadil'in şiir için belki "olmazsa olmaz" bir zorunluluğu yoktur ama, düzyazı edebiyatı Batı'da da, ancak anadil uğruna verilen nice kavgaların bir sonucu olarak, on altıncı yüzyılın sonlarından itibaren önce oyun şeklinde, daha sonraki yüzyıllarda da öykü ve roman olarak hızla gelişmiş ve on dokuzuncu yüzyılda çok büyük ustalar yetiştirmiştir.

Anadil sorunu, bilindiği gibi Osmanlı İmparatorluğu'nda ta Tanzimat'tan sonra, 19. yüzyılın ortalarından itibaren aydınların gündemine girmiştir, ancak. Bugün "Osmanlıca" diye adlandırılan İmparatorluğun resmi dili, hem konuşulan bir dil değildir, hem de salt yazı dili olarak kullanılan bu Arapça-Farsça karışımlı, ağdalı dili halk kolay kolay anlayamamaktadır. Bu nedenle, 1831 yılında hükümet çalışmalarını halka duyurmak için çıkarılan resmi (güya ilk Türkçe) gazete Takvim-i Vekayi'yi kimse okuyup anlayamadığı için, Sultan II. Mahmud bir ferman yayımlayarak dilinin sadeleştirilmesini buyurmuştur ertesi yıl.

1839 yılında, Mustafa Reşit Paşa, Tanzimat Fermanı'nda, ilk kez halkın büyük çoğunluğunun konuştuğu dilin ortak dil olarak kabul edildiğini açıklamış, ancak bu dilin adını, Türkçe sözcüğünü kullanmamıştır.

Yazın dilinin sadeleştirilmesi, dolayısıyla Türkçe'nin yavaş yavaş yazı dili haline getirilmesi çalışmalarını ilk başlatan Şinasi olmuştur 1850'lerde. Türkçe konusundaki çalışmalara önemli katkılarda bulunan o dönemdeki bir diğer Osmanlı aydını da, 1873 yılından itibaren Askeri Okullar Nazırı olan ve Sultan Abdülaziz'in tahtan indirilerek yerine önce V. Murad'ın, hemen ardından da II. Abdülhamid'in sultan ilan edilmesinde başrolü aynayan Süleyman Paşa'dır. Nitakim, ola ki Süleyman Paşa'nın girişimleriyle, Birinci Meşrutiyet'te ilk Kanun-i Esasi'ye (anayasaya) 18. madde olarak, "Osmanlı devletinin resmi dilinin Türkçe olduğu ve devlet hizmetinde çalışacak kişilerin bu dili bilmek zorunluluğu" hükmü girdirilerek Türkçe sözcüğü ilk kez resmen kullanılmıştır 1876 yılında. 1880 yılında da, Şemsettin Sami, "Lisan-ı Türki" deyimini kullanarak Türkçe üzerine ilk yazıyı yazmıştır.

Nitekim, anadil konusundaki bu gelişmelerden sonradır ki, bizce "anadil" ile "olmazsa olmaz" bir yaşamsal ilişki içinde bulunan "düzyazı" edebiyatı, dilimizde 1870'lerde itibaren yavaş yavaş öykü, roman, oyun vb. gibi ürünler vermeye başlamıştır ancak.

Yirminci yüzyıla gelindiğinde, Osmanlı aydınları için artık edebiyat, varsa da düzyazı'dır, yoksa da düzyazı... Öyle ki, şiir bile düzyazı'da aranmaktadır.

Örneğin, Sabahattin Eyuboğlu, yukarda andığımız incelemesinde, "Namık Kemal'in Vatan Kasidesi, ünlü rubaileri, beyitleri ve mısraları şayet şiirse, acaba nesir nedir?" diye sorduktan sonra, "Namık Kemal bize kendisini şair ve nesrini şiir diye sundu. Makaleleri kadar, romanları kadar, hatta belki daha çok nesir olan Vatan Kasidesi'ni şiir diye ortaya attı ve böylece Türk edebiyatında 'manzum nesir' diyebileceğimiz bir şiir dönemi başladı." diye yazmaktadır.

Ta 1922 yılında Dergah dergisinde "Tevfik Fikret'ten beri Türk şiir dilimiz nesirleşti. Adeta aruzla nesir yazmak merakı türedi." diye yazan Yahya Kemal, 1935 yılında Yedigün'de çıkmış, Hikmet Feridun Es'in kendisiyle yaptığı bir söyleşide, bu yargısını, "Gerek Rübab-ı Şikeste'de, gerek Cenab Şehabeddin ve diğer arkadaşlarının nazmı nesirden pek çok zaman uzaklaşamıyordu." diye bir kez daha yineledikten sonra, kendi şiirini açıklarken, "Meşrutiyetten önce ve sonra bir süre daha, vezin ve kafiye ile ifade edilen, gerçekte nesir olan şiirimizden başka bir yol aramağa çıkmıştım." demektedir. (Edebiyata Dair, s.125 ve 261-262)

Bilindiği gibi, mensur şiir akımı, Baudelaire'in 1860'da çıkan "Küçük Mensur Şiirler" adlı kitabından esinlenerek Halit Ziya Uşaklıgil'in kaleme aldığı "Mensur Şiirler" adlı kitabının 1889'da yayımlanmasıyla edebiyatımıza giriş girmiş ve hemen ardından Hüseyin Cahit Yalçın, Ahmet Hikmet Müftüoğlu gibi gençlerin Serveti Fünun'da mensur şiirler yayımlamaları ve 1901 yılında Mehmet Rauf'un "Siyah İnciler" adlı mensur şiir kitabının basılmasıyla hızla yaygınlaşarak, Edebiyat-ı Cedide, Fecr-i Ati, hatta Milli Edebiyat yazarları arasında bir anlamda moda olmuştur.

Yakup Kadri'nin 1922 yılında yayımlanan "Erenlerin Bağından" adlı kitabıyla Cumhuriyet dönemi edebiyatımıza taşınan bu mensur şiir akımı, zamanla zayıflayarak da olsa etkisini yıllarca sürdürmüştür gördüğümüz kadarıyla. Örneğin, Mustafa Kemal'in 1927 yılında Halk Fırkası'nın kurultayında tam 6 gün, altışar saatten 36 saatte okuduğu "Nutuk"u da bizce hiç kuşku yok ki, bu akımın seçkin örneklerinden biridir.

Bu "mensur şiir" akımına karşı ilk tepki Yahya Kemal'den gelmiştir, gene bilindiği gibi. Gençliğinde Tevfik Fikret şiirine hayran olan, 1912'de Paris'ten döndükten sonra "Milli Edebiyat" akımına da katılan Yahya Kemal, 1920'lerden itibaren artık Baudelaire ve Verlaine'in etkisiyle, gene aruzla yazmayı ısrarla sürdürdüğü yeni şiirlerinde, kendi deyimiyle "nesir olan şiirimizden başka bir yol aramağa" başlamıştır. Bu yeni şiirleri gerçekten de, edebiyat tarihçilerince belirtildiğine göre, mensur şiir'in tam karşıtı "deruni bir şiirsel ahenk" içermekte ve "aşkların, çevre güzelliklerinin yarattığı coşku ve izlenimlerden kaynaklanmış bir duyarlılıkla" işlenmiştir.

Yahya Kemal'le başlayan bu tepki, Cumhuriyet döneminde bir yandan Ahmet Haşim, bir yandan Nazım Hikmet, bir yandan da Garipçiler ve Varlık şairlerince, bu anlayışı mensur manzumelerle sürdürmeye çalışan Faruk Nafiz, Orhan Seyfi, Halit Fahri, Enis Behiç, Yusuf Ziya gibi hececilere, Behçet Kemal, Ahmet Kutsi, Kemalettin Kamu, Zeki Ömer, Ömer Bedrettin gibi Milli Edebiyatçılara karşı devam ettirilerek şiirimizin nesirden koparılması sağlanmış ve 1930'lu yıllarda yeni bir Türk şiiri kurulmuştur.

Yusuf Ziya ve Orhan Seyfi'nin birlikte çıkardıkları "Akbaba" ile edebiyat sayfalarını İbrahim Alaettin Gövsa ve Nihat Sami Banarlı'nın yönettiği Sedat Simavi'nin "Yedigün" dergilerinin çevresinde toplanmış bu manzumecilerin, 1930'lu yıllarda Nazım Hikmet ve Orhan Veli şiirine karşı bunca sert tepki göstermeleri, güya alaya alarak onu yok edebileceklerini sanmaları, hele hele Yusuf Ziya Ortaç'ın, terbiye sınırlarını aşarak, okuyucularına "Sizi bu ahlaksızların yüzlerine tükürmeye davet ediyorum" diye yazacak denli kendinden geçmesi bile salt, "mensur şiire" karşı verilmiş bu kavganın büyüklüğünü ve önemini bütün çıplaklığıyla gözler önüne serse gerektir doğrusu.

Bütün bunları Vedat Günyol hocanın da bildiğinden kimsenin kuşkusu yoktur elbette.

Bu nedenle, Orhan Veli için "şiiri bir çeşit düz yazı havasına sokan kişi" derken, gerçekten neyi kastetmiş olabilir acaba Vedat Hoca?

Demek, tam kavrayabilmemiz için hala irdelememiz gereken daha çoook yanı var Orhan Veli şiirinin...

Ne "Garip"...

* Buradaki eleştirinin ne anlama geldiğini, "Kuyruklu Şiir" ile "Cevap"ın hikayesini okumanızla anlaşılacağını belirtmeyi uygun gördüm.

Bu yüzden bakınız; Patates'in Orhan Veli'si adlı yazı..

M. Şeref Özsoy..

 

SEDA ARUN'dan ORHAN VELİ'DEN MEKTUP VAR..


ANA SAYFA